Örgütlenmeye Dair Basın Açıklaması
“Devlet büyüklerim çiğnediğiniz yasaları yere atmayın, sonra halk onları
adalet sanıp yiyor.” (Kemal Sunal)
Bir tarafı tarif ederken diğer tarafı tahrip etmemek gerekir. Belki de son zamanlarda en çok diğerlerini kırıp dökmemeye özen göstermeliyiz.
Sayın Mehmet Moğultay’ın Adalet Bakanlığı döneminde “Elbette kendi partililerimi alacağım. Sınavda MHP’lileri mi alacaktım?” şeklindeki talihsiz beyanı hiç unutulmadı. O dönemde hiç de söylenildiği gibi bir Alevi “solcu” yargıç ve savcı alımı olmadığı halde yıllarca yargı camiasına Alevilerin egemen olduğuna dair bir tevatür egemen oldu. Oysa yargı üzerinde din, inanç ve etnik köken tartışmasının yapılmaması, hatta bu tartışmanın mümkün olduğu kadar literatürden çıkarılması gerekiyordu. Halen de gerekiyor. 2000’li yılların sonuna geldiğimizde biz böyle düşünürken, din, inanç, kültür ve etnik temelli unsurların aslında gündemimizden hiç çıkmadığına da tanık oluyorduk. Nitekim Didem Yaylalı’yı böyle bir bakışın yargı üst yapısına egemen olması nedeniyle kaybettik. Şimdilerde sadece kaybedenler hatırlasa da yargıç adaylığı sınavına girenlerin önceden araştırılıp daha işin başında, mülakat aşamasında elendiği ilgilenenlerin bildiği bir vakaydı. Mülakatta gözden kaçırılanların da adaylık eğitimi sırasında mesleğe alınmadığını gördük. İnanç odaklı bu değerlendirme ve tasarruflardan mağdurları dışında kimse haberdar olmadı. Bunlar yaşanırken kamuoyu, muhafazakâr demokrat iktidarın adil bir düzeni temin ettiği sanılıyordu.
Ne zaman ki, Başbakan ile eski Adalet Bakanı’nın telefon görüşme kayıtları internet ortamına düştü. O zaman kamuoyu olarak aslında din ve inanç temelli bir değerlendirme yapıldığını gördük. Sonra ise eski Adalet Bakanı’nın TV mülakatından Alevi sözünü günlük yaşamda da sıkça kullandığını öğrendik. Meğer eski Adalet Bakanı günlük yaşamında da hep “Alevi-olumsuz” değerlendirmesi yapıyormuş.
12 Eylül Referandumu ile HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapılandırılması sonrasında Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyeliklerine yapılan seçimlerde inanç temelli bir rengin tercih edildiğine, bu şekilde yapılandırılan HSYK’nin de Yargıtay ve Danıştay üyeliği seçimlerinde aynı rengin esas aldığına tanık olduk. Tarihi MİT krizi nedeniyle aslında yargıda Cemaat denilen, Sayın Başbakan’ın “çete” diye nitelediği bir yargıç-savcı grubunun yapılandırıldığını öğrendik. Daha sonra MİT krizinin aslında Başbakan’ın 12 Eylül 2010’dan sonra seçilen Yargıtay ve Danıştay üyeleri hakkında Mit araştırması yaptırmasından çıktığını duyduk etraftan.
Bunlar bizim süreç içinde öğrendiğimiz “meğer neler yapılmış” cümlesinden vakalar.
Tüm kamu mekanizmalarında ve özellikle de yargıda din, inanç, kültür, cinsiyetçi ve etnik temelli değerlendirmelerin gündem dışına itilmesi, artık yargı konuşmalarının özgürleşmesi gerekiyor. Zihnimiz özgürleşmeden hukukun ve yargısal kararların özgürleşmesi beklenemez. Yargıçların vicdanı inançlara değil objektif verilere dayalı olmalıdır.
Adalet Tanrıçasının gözlerinin kapalı olması da yargılamanın tüm simge, inanç ve değerlerden arındırılması demek değil miydi? Yargının bu simge ve sübjektif değerlerden arındırılması yargılayanların da bu sübjektif değer ve simgelerden arındırılmasını zorunlu kılar. Artık evrensel bir kural olarak ifade edilen görünürdeki adaletin bir ifadesiydi simgesizlik. İnsanların yargının tarafsız olduğuna, kararların yansız verildiğine olan inancın temini neredeyse kararların adil olmasından daha öncelikliydi. Hepimiz, kararların adil olması yetmez, adil olduğuna dair inancın sağlanması hukuka saygının ön koşuludur cümlesinde hemfikirdik.
Popülist siyaset, yargının simgelerle ifade edilmesinde bir abes görmediği gibi bir yargıcın dindar olmasının kime zararı olur fikrine birleşti. Toplumda dinsel simgelerin güç ifade etmesine karşı duruşun oy kaybettirdiğine inandı ve reflekslerini de buna göre geliştirdi. Örneğin avukatlardan başladı yargılama görevi sırasında dinsel simge kullanılması, yargıçların kullanması ise Başbakan’ın “itidal” tavsiyesi nedeniyle ertelendi şimdilik. Yakın zamanda bir sabah avukatlık mesleğinden yargıçlığa, üstelik İstanbul yargıçlığına atanan kimi isimlerin daha önce AKP yöneticisi olduğunu öğrenerek uyandık. Yargıçları tarafsız olduklarına dair inanç önemliydi oysa ve bundan en çok şikâyet eden de bizatihi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı. Ama, 2000 avukat arkadaşın “sisteme transfer edildiğini” müjdeleyen de “Alevi-olumsuz” nitelemesini günlük hayatında çokça kullanan Sadullah Ergin. Aynı Sadullah Ergin o “düzgün-olumsuz” yargıcın “hatasını” arkadaşı olduğunu söylediği Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanı ile gidereceğini taahhüt ediyordu, yargıçlar yerine çözümü Ulemada arayan Başbakan’ına.
Mevcut durum itibariyle geldiğimiz son aşamada ise, yargıyı muhalefete karşı hep silah olarak kullanmayı itiyat haline getiren siyasi iktidarın, daha önce işbirliği yaptığı “alnı secdeye değen” seçme yargıçlarla ve onların oluşturduğu kadrolarla (kendi menfaatlerine olan) hukuka vasıl olunamayacağı görülmüş olmalı ki şimdi, kendisinden olmayan ama payanda olacağından kaygı duymadıkları kadrolarla, eski ortağın hesabını görme kaygısına düştü. Siyasi iktidar pişmanlığını safmışız (şark kurnazı) ile ifade etse de eski ortak nedamet bildirmiyor, yeni ortak bulma peşinde var gücüyle çalışıyor. İhtimal mevcut siyasi iktidarın nobranlığından yararlanıp sempatik kazanımların peşinde.
Yolsuzluk ve usulsüzlük arasına sıkıştırılan hukuk kendisi için kurtuluş yolunu bulmak, ya da kendisine biçilen “sopa” rolünü sürdürmek zorunda.
Siyasi iktidarın her durum değişikliğine göre farklı söylemlerine uygun karar vermek yerine onurlu duruşunu sergileyip kendisinden, hukuktan olmak zorunda. Hukuk, ittifak yapan değil ittifak olunan olmak zorunda.
Bir siyasi partinin yöneticiliğinden gelip, yargının gücünü siyasi iktidara armağan eden “transfer”lerden kurtulmak zorunda.
Kumpası, hukuk dışı ve üretilmiş delilleri hükme esas alan yargısal zihniyetten arınmak zorunda.
Hak temelli bir yargılama geleneğini Türkiye halkına sunmak zorunda.
Yargı emekçileri sendikal örgütlenmenin içinde olmak zorunda.
* Yargıçlar Sendikası Genel Sekreteri