Teleskoptan Düşüncesizliğe Kötülük ve Adalet

Teleskoptan Düşüncesizliğe Kötülük ve Adalet

Bugün, hukukun yozlaşması başlığı ile ele alınan sorunun, gelecekte yargıyı sorumluluktan kurtarmayacağı, sessiz kurallara uymanın ya da öznel sebeplerle evrensel ve adil olandan bilerek sapmanın, bir dönem onaylanmasının, süresiz hukuki koruma anlamına gelmeyeceği de bilinmelidir

“İnsanları, insanlar olarak gereksiz kılmaktır radikal kötülük” der Hannah Arendt. Önce insandaki tüzel kişinin sonra da ahlaki kişinin öldürüldüğünü, bu yolla vicdanın şüpheli ve belirsiz hale getirildiğini, dayanışmayı engelleyecek durum ve ortamın yaratıldığını ifade eder. Özgürlük ve kendiliğindenliğin ölümü ile de bireyselliğin yok edildiğini, insan yaşamını insani kılan özelliklerin kaybıyla gereksiz hale dönüşen insanın, boyun eğen insan olduğunu anlatır.  

Arendt’in düşünce zinciri takip edildiğinde aslında onun, bugünkü sonuçların nedencelerini modern çağda aradığı görülür.

Teleskobun icadı ile Galileo, duyu organlarının gerçeği ortaya çıkarma yeterliliğine meydan okumuştur. Artık insanlık, doğaya yeryüzü dışında bir noktadan yani evrende bulunan bir noktadan bakmaktadır. Bu, dünya merkezli sistemden, güneş merkezli sisteme hatta merkezsiz sisteme geçişi ve yeryüzüne yabancılaşmayı ifade ediyordu. Varlık ile görünüşün aynı olmadığını ortaya koyan teleskop, görülenin gerçekliğinden şüphe edilmesine, kesinlik duygusunun yitimine neden oluyordu. Böylece Kartezyen şüphe, insanı, doğayı anlama çabasından, insanın üretmediği şeyler hakkında bilgi edinmekten vazgeçmesine ve onun yerine varlığını insana borçlu olan şeylere yöneltiyordu. Hakikat ve bilgi önemliydi ancak bunların kazanımı, düşünme ile değil üretim ile mümkün görülüyordu. Yanıltıcı görünümün ardındaki hakikati bulmak için bilmek, bilmek için ise yapmak gerektiği düşünülüyordu. Bu ise insanı doğaya yabancılaştırdığı gibi doğayı da doğallıktan çıkarıyordu.  

Üretimin değer kazanması, ekonominin, topluluk yaşamının asli meselesine dönüşmesine yol açtığı gibi kamusal alanın toplumsala giderek kitle toplumuna dönüşmenin de önünü açıyordu. Kitle toplumu, sadece kamusal alanı değil, özel alanı da tahrip ettiğinden kitlesel yalnızlığa teslim olmaya mahkûmdu. Böylelikle de güvende olmak ve evinde hissetmek uğruna çıkar ve baskı gruplarının güdümüne giriyordu. Bu seçim insanları, düşünmeden, yargılamadan yaşayan bireylere dönüştürüyor, totaliter hâkimiyetin boyunduruğuna girmeye hazır hale getiriyordu. 

Takip eden süreçte baskıcı yönetimlerin kendi politik alanları, hukuk düzenleri ve sessiz-sözsüz kuralları oluştuğundan, bireyin itaatini temin için bunun ötesinde bir çabaya gerek kalmıyordu. Böylece en kabasından en sıradan olanına dek kötülük, toplumsalın hücrelerine nüfuz edebiliyordu. 

Ne var ki, insanlık tüm sürece karşın binlerce yıl önceden kendisine ses veren adalet idesini de unutmuş değildir. Toplumsal düzenin, mevcut en kötü yaşam ile en iyi yaşam arasındaki fark kadar adaletsiz olduğunu bilir. Adalet, daha iyi, daha mutlu, daha erdemli bir yaşamı kurabilmenin, varlığını koruyup geliştirebilmenin asgari olanaklarını belirleyip, temin edebilmenin önkoşuludur. Her şeye rağmen insanlık, adaleti tesis etmenin, hâkim kılmanın yöntemlerini aramış, bedelini gerektiğinde canıyla ödediği hakları, değer ve evrensel ilkeleri referans alan bir düzenek oluşturmuştur. Hedefi ve savundukları nedeniyle büyük değer atfedilen hukuk, düşünen ve yargı yetisine sahip bireylerin oluşturduğu toplumlarda, bir aradalığın, güvenliğin, hak ve özgürlüklerin güvencesi olmayı başarmıştır.  

Ancak içinde bulunduğumuz çağda, düşünme ve yargı yetisini kaybetmiş kitle toplumlarında, kâğıt üzerine yazılı evrensel ilkeleri barındıran hukuk kurallarının varlığının eylemsel olarak hukukun varlığına işaret etmediği görülmektedir. Yer yer etkin kılınmış ise de çoğun, yazılı bu kurallar, boyun eğilen baskı grubunun çıkarları ile örtüşen bir içeriğe dönüştürülmektedir. Hukuktan adalet üretmekle ödevli yargı, baskıcı rejimin oluşturduğu sessiz-sözsüz kurallarla eylemek zorunda kalır ya da bunu bilinçli olarak tercih eder. Gelinen bu nokta, adalet beklentisinin boşa çıktığı, dolayısıyla ortak yaşama, ortak vicdana duyulan güven ve umudun kırıldığı noktadır. Burası aynı zamanda insani değerlere ve erdemlere beslenen inancın yıkıldığı, hukuk adına kazanılanın tuz buz edildiği yerdir. 

Hukuk sisteminin aktörleri tarafından adaletin yolundan saptırıldığı, hukukun yozlaşması olarak ifade edilen bu durum, hukuk ile yolları kesişen ilgilileri bazı pratisyen ve kuramcıları yeni yollar aramaya, açmaya da itmektedir. Hukukun doğasına ilişkin kuramsal araştırmaların dışında kalan hukukun yozlaşması olarak ifade edilen sorunu ele alan akademi, hınç adaleti kuramı olarak isimlendirilebilecek yaklaşımı geliştirmiştir (Sağlam, Rabia; Hınç adaleti ve affetme). Bu yaklaşım, hukukun çıplak bir yaşama terk ettiği mağdurların, hınç öznelerine dönüştüğünü ifade eder. Hınç adaleti, yoğun hınç duygularının etkisi altında şiddete başvuran, hakkını hukuk düzeninin dışında kendi olanaklarıyla almaya teşebbüs eden hınç öznelerinin fiillerinin ahlaki ve hukuki meşruiyetini temellendirme girişimidir. Kuramsal irdelemeyi akademiye bırakmakla birlikte dikkate alınması gereken bir hususun da saygınlığını yitirmiş bir hukuk düzeni içinde entelektüel tutum almanın, bu yönde düşünme ve eylemenin mümkün olduğudur. 

Elbette zemine bağlı sorunlar, ahlak reformu ile özgür ve güçlü bir eğitim sistemine bağlı olarak giderilebilir. Ancak her koşulda, adaleti yegâne hedef kılmış, insani değerleri üstün tutan, yargıç kimliğinin bilinciyle eyleyen bir yargı düzeninin hayal olmadığı, bu zemin ve koşullarda da inşa edilebileceği bilinmelidir. Yargı, düzenin kurduğu sessiz-sözsüz kuralları bir kenara itip, evrensel ilkelere, erdemlere, toplumun ortak vicdanına, sağduyuya kulak verme güç ve yetisine sahiptir. 

Bugün, hukukun yozlaşması başlığı ile ele alınan sorunun, gelecekte yargıyı sorumluluktan kurtarmayacağı, sessiz kurallara uymanın ya da öznel sebeplerle evrensel ve adil olandan bilerek sapmanın, bir dönem onaylanmasının, süresiz hukuki koruma anlamına gelmeyeceği de bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki tüm kısıtlılıklara karşın, kişinin yadsınamaz bir özgürlüğü vardır. Buradan doğan güç, düşünme ve yargı yetisini yitirmemiş toplum kesimleri ile yargı aktörlerinin sessizliklerini bozmaları için yeterlidir. Her yükselen sesin en az bir kötülüğü engelleyeceği ve adalet yolunu açacağı düşünüldüğünde, karanlığı delip geçmeye dair umutların da yükseleceği açıktır. Yargı, hafızasını tümüyle yitirmeden, oradan gelen her sesin toplumda yankı bulacağını bilmelidir. Yükselen seslerin çığlığa dönüşeceğine dair bilgi çürütülmediği sürece toplum, yargının adaletin rotasına döneceği yolundaki inancını yitirmeyecektir. Yeter ki, düşüncesizliğin ve kötülüğün sarmalı daha da kuşatmadan yargı, kendi adaleti ve toplumun adalet gereksinimi için kendi sesiyle kendi sözünü söylemeye yeniden başlasın… 

Beyhan Güler - Yargıç, Yargıçlar Sendikası Üyesi

Makalenin tamamına BirGün gazetesinden ulaşabilirsiniz.

https://www.birgun.net/makale/teleskoptan-dusuncesizlige-kotuluk-ve-adalet-541173