DÜŞMAN CEZA HUKUKU

DÜŞMAN CEZA HUKUKU

DÜŞMAN CEZA HUKUKU

Düşman Ceza Hukuku” kavramı ilk defa 1985 yılında yazdığı bir makale ile ünlü Alman Ceza Hukukçusu ve Hukuk Felsefecisi Profesör Günter Jakobs tarafından  kullanılmış, sonraki yıllarda kademeli olarak geliştirilerek kavramlaştırılmıştır[1]. Muhtemeldir ki, yetmişli yıllarda başta Almanya’da olmak üzere tüm dünyada yaşanan terör olaylarından kaynaklı devlete ve topluma yönelik bu saldırılar karşısında ve bir güvenlik kaygısıyla, tehlikenin önlenmesi amacıyla, temel hukuk ve devlet düzenine karşı gelen bu insanları temel haklara sahip bir “yurttaş” olarak değil, aynı şekilde ezilmesi, yok edilmesi gereken bir “düşman” gibi görerek temel haklardan yoksun bir şekilde ceza hukukunun konusu haline getirme anlayışı olarak ortaya çıkmıştır. Temel haklarla donatılmış “yurttaş”, dolayısıyla “yurttaş ceza hukuku” karşısında, bu haklardan yoksun bırakılmış adeta “düşman” tabir edilen bir “düşman ceza hukuku” anlayışı. Burada düşman ceza hukuku anlayışındaki suç failleri “sanık” bile olamayacak düzeyde hakları kısıtlanmış, Jakobs’un deyimiyle birer “Unperson” olarak adeta “Kişi”likten çıkartılmış olmaktadırlar. “Kişilikten çıkarılan bu “Düşman”lar “Yurttaş Ceza Hukuku” anlamındaki bir “Ceza”nın amacının ve işlevinin artık muhatabı değildir. Onlar en az zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken tehlikelerdir. Bu yüzden kafayı hedef almak (Londra metrosunda olduğu gibi) bu düşman ceza hukukunda “orantılı” bir güç kullanımıdır.[2].

Jakobs, düşman ceza hukuku anlayışını açıkladığı 1985 yılındaki ilk makalesinden sonra, 11 Eylül saldırılarının ardından 2003 yılında yayımlanan ve yukarıda dipnotta alıntılanan makalesini yazmıştır. Yazar bu çalışmasında konu edinilenlerin bir hukuk politikası sorunu değil daha çok hukuk bilimini ilgilendiren sorunlar olarak ele aldığını belirtme gereği hissetmiştir. Yazara göre yurttaş ceza hukuku ve düşman ceza hukuku denildiğinde, aslında saf bir biçimde gerçekleşmesi mümkün olmayan iki düşünsel tipin varlığından söz edilir. Burada failin, kişi muamelesi görmesi veya tehlike kaynağı olarak muamele görmesi veya diğerlerinin korkutulmasında bir araç olması. Bu nokta yurttaş ceza hukuku ve düşman ceza hukuku ayrışmasının birinci yönüdür. İkinci yönü ceza ile ilgilidir. Yazara göre ceza bir zor ve özellikle de çok çeşitli türlerde ortaya çıkan, içsel bağlarla karışık halde bulunan bir zordur. Cezanın tüm anlamsal içeriğini taşıyan zor, eyleme verilen cevabın da taşıyıcısıdır. Cezanın aynı zamanda bedeni bir karşılığı vardır. Mahkum infaza tabi olduğu müddetçe infaz kurumu dışında suç işleyemeyecektir. Hürriyeti bağlayıcı ceza müddetince güvenlik sağlayan özel önleme.  Diğer yandan zor, hukukun parçası olan kişiye karşı değil, tehlikeli bireye karşı uygulanan bir biçimdir. Böylece cezanın muhatabı olmaya kendinle ehil olan kişinin yerine tehlikeli birey geçer. Yurttaş ceza hukukunda cezanın belirli bir fonksiyonu vardır; o, bir inkardır, o bir karşılıktır. Düşman ceza hukukunda ise söz konusu olan tehlikenin bertaraf edilmesidir.

Yazar felsefi olarak “hukuk”u, hakların ve yükümlülüklerin taşıyıcısı olan kişiler arasındaki ilişki olarak değerlendirerek, bir düşmanla kurulan ilişkiyi, hukuk vasıtasıyla değil ancak zor ile belirlenebileceğini savunmaktadır.

Yazar, devletin temelini sıkı bir biçimde sözleşmeye dayandıran yazarların (Rousseau, Fichte) bakışıyla, suçu sözleşmenin bir ihlali olarak tanımlamakta ve ihlalciyi, sözleşmeye vefadan kısmen muaf kılmaktadır. Böylelikle ihlalci, artık diğerleriyle beraber bir hukuki ilişki içinde bulunmayacaktır. Bu görüşün tutarlı sonucu olarak suçlu daha az yurttaş, daha çok düşman olarak kabul edilecektir. Yazar yine de,  bu düşüncelerin takipçisi olmadığını belirterek, bir hukuk düzeninin suçluyu hukuk içinde tutması gerektiğini savunmaktadır. 

Yazar’a göre yurttaş ceza hukuku herkesin hukukudur; düşman ceza hukuku ise düşmana karşı duranların hukukudur. Düşman ceza hukuku düşmana karşı savaşa varıncaya dek kapsamını geniş tutan bir fiziki zor/kuvvet uygulamasıdır.  Bu anlayış iki açıdan sınırlandırılabilir; birincisi, devlet düşmanı her türlü hakkından yoksun bırakmamalı; ikincisi, devlet her türlü şeyi yapmakta serbest olmamalı. Yurttaş ceza hukuku normun geçerliliğini esas alır, düşman ceza hukuku ise tehlikelerle mücadele eder.

Jakobs, sözü geçen makalesinde ayrıca modern devletin normal suç failinin, toplumsal sözleşme taraftarları Rousseuau ve Fichte’den farklı olarak yok edilmesi gereken bir düşman değil,  davranışlarıyla normun geçerliliğini zedeleyen ve dolayısıyla zor yoluyla da olsa yine de yurttaş sıfatıyla ele alınarak normun geçerliliğine verdiği zararı telafi etmeye çağrılan bir yurttaş, bir kişi olarak gördüğünü ve bu sürecin ceza ile gerçekleştirildiğini belirtmektedir.  Öte yandan Jakobs, güvenlik önlemlerinin bir ceza değil, bir tedbir ölçütü olduklarını belirttikten sonra; ceza hukuku düzenlemelerine ilişkin bir çok diğer örnekte, kişisel davranışların yarattığı beklentilerin devamlı surette hayal kırıklığı yarattığı durumlarda suçluya karşı kişi muamelesi yapılmasına dair hukuksal duruşun da giderek güçsüzleştiğinin gözlenmekte olduğunu belirtmekte ve böylece yasa koyucunun örneğin ekonomik suçluluk, terörizm, organize suçluluk, cinsel suçlar ve diğer tehlikeli suç tipleri karşısında devamlı ve kararlı bir biçimde mücadele edilecek bir konuma geldiğini savunmaktadır. Böylelikle cezalandırmadan önce tehlikenin önlenmesi ve bertaraf edilmesi için cezalandırılabilirlik koşulunun daha hazırlık aşamasına kadar genişletilmesi ve cezanın gerçekleşen neticeden ötürü failin kınanmasına değil, müstakbel eylemlerinin önlenmesi çabasına dönük bir anlam kazanmıştır.

Jakobs, özellikle 11 Eylül 2001 tarihindeki eylemin tetiklediği düşüncelerle çöküşe doğru sürüklenmemek için teröristlere karşı girişmek mecburiyetinde olunan anlayışa düşman ceza hukuku ya da düşük yoğunluklu savaş demektedir. Jakobs’a göre, ceza hukuku kendi kuralları açısından bakıldığında iki farklı kutbun veya eğilimin varlığını tanır. Birinci çerçeve yurttaştır. Buna göre yurttaş eylemini dışsallaştırana kadar beklenir ve ancak bundan sonra ona müdahale edilir, çünkü ancak bu aşamada toplumun normatif yapısı takviye edilebilecektir.  İkinci çerçeve ise düşmana ilişkindir. Düşman, eylem hazırlığına başladığı anda yakalanması gereken ve tehlikeliliğiyle mücadele edilen kimsedir. Bu kimselerin gerçekleştirmeyi planladıkları eylemlerin karşılığına nazaran biraz belirsiz bir ceza söz konusu olur. Aslında burada mevzu bahis edilen şey “ceza” olarak adlandırılan ve peşinen infaz edilen bir çeşit “güvenlik tedbiri”dir.

Jakobs, terörist tehlikelerin bertaraf edilmesine ilişkin en kaba (düşman ceza hukuku) usul kuralları, maddi hukuk boyutunda olduğu gibi aynen geçerli olmalı görüşündedir. Örneğin, tutuklunun veya mahkûmun müdafileri ile aralarında kuracakları görüşmenin ve iletişimin kısıtlanması, engellenmesi. İletişimin denetlenmesi,  gizli soruşturmacı görevlendirme gibi usul araçlarını kullanma. Bununla zanlılar devletçe uygulanan bu taarruzun altında kaldıkları müddetçe haklarından mahrum kalacaklardır. Devlet, hukuki ve kuralına uygun bir biçimde hakları uygulamadan kaldırır.

Jakobs’a göre, devlet suçluları iki farklı biçimde ve tarzda takip edebilir. Ya onları hata yapmış ve suça bulaşmış yurttaşlar, kişiler olarak görür ya da onlara birey olan fakat hukuk düzenini yıkmaları zor yoluyla engellenmesi gereken kimseler olarak muamele eder. Her iki bakış açısı da meşru dayanaklara sahiptir.  İşte bu noktada düşman ceza hukuku olarak tanımlanan şeyi, şeytan olarak nitelendirmek son derece hatalıdır. Çünkü böyle olursa, bir yurttaşlık akdine tabi olmaya zorlanmak istemeyen bireylere ne yapılacağı sorunu çözümsüz kalır. Kant’ın da belirttiği gibi, bu iki kategorinin ayrışması meselesi, düşmanına karşı kişinin kendini savunmak zorunda oluşuyla aynı anlamdadır.

Jakobs, dünyanın çeşitli noktalarında temel insan haklarının ağır bir biçimde ihlal ediliyor olmasını bugün için, herkesçe malum ve ispatlanmasına gereksinim duyulmayan bir olgu olduğunu belirttikten sonra bu ihlal vakalarının temelinde yatan sebebini, bunların gerçekleştiği bölgelerde bugüne değin gerçek anlamıyla  bir insan hakları düşüncesinin yaygınlaşmamış olmasına bağlamaktadır.

Jakobs’a göre, eğer dünya ölçeğinde “toplumsal-kanuni’ bir anayasanın uygulamaya konulmasına fayda gösterecekse, insan hakları ihlalcilerinin cezalandırılmalarında bir beis yoktur, ama şunu da bilelim ki, böyle bir durumda uygulanacak ceza suçlu kişileri değil, tehlikeli düşmanları hedef alır. Ve bundan ötürü de şu adı hak eder: Düşman ceza hukuku.

Düşman ceza hukuku konusunda Jakobs’un yukarıda sözü geçen makalesinden etraflı bir şekilde yaptığımız alıntılarla bu anlayışın temel özelliklerini aktarmış olduk. Özetle; son dönemde toplumda oluşan genel bir güvenlik kaygısının giderilmesini esas alarak oluşturulan düşman ceza hukuku anlayışı, vatandaş ceza hukuku anlayışının karşıtı olarak kullanılmaktadır.  Bu hukuk anlayışına göre, hukuka ve devlet düzenine karşı gelen, onu tanımayan bireyler “düşman” olarak nitelendirilir ve onların işleyeceği suçlar bakımından temel haklardan yoksun bırakılmaları uygundur. Böylece sanık bile kabul edilemeyecek düzeyde hakları sınırlandırılan bu bireyler birer “unperson” ilan edilmekte, “kişi”likten çıkartılmaktadır. Bu bireyler en az zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken tehlikelilerdir. Düşman ceza hukukunda amaç tehlikeyi en seri ve kısa yoldan kaldırmak olduğu için, tehlikeyle orantılı güç kullanılması esastır[3].

Vatandaş/düşman ceza hukuku Avrupa’da Prof. Jakobs tarafından kavramsallaştırılırken, Amerika’da temel olarak Amerikan Yüksek Mahkemesi ve çok yakın bir geçmişte Bush yönetimi tarafından geliştirilmiştir. Avrupa’da düşman ceza hukuku, Amerika’da ise düşman savaşçılar olarak isimlendirilen her iki kavram benzer terminolojilerle aşırı tehlike kaynağı olarak görülen bireylerle ilgili ne yapılacağı sorununa eğilmeye çalışmaktadır. Her ikisi de vatandaşlığın temel haklarından ödün verilip verilmeyeceği, hiç olmazsa ona temel bir yükümlülük yükleyip yüklemeyeceği sorusunu çözmeye çalışmaktadır. Sorumluluk yerine getirilmezse haklar tasdik edilmez ve bireye bir vatandaş olarak değil bir düşman olarak muamele edilir. Gerekçelendirmenin altında filozoflar Rousseau, Fichte, Hobbes ve Kant’ın sosyal sözleşme teorisi yatmaktadır [4].

Düşman ceza hukuku anlayışına karşı öğretide ve uygulamada yoğun ve sert değerlendirmeler yapılmıştır, yapılmaktadır. Düşman ceza hukuku düşüncesinin karşıtları tarafından, def edilmesi gereken kötü bir hayalet olarak nitelendirildiğini belirten Prof.Dr. Jörg Arnold,  düşman ceza hukukunun yeni bir hayalet olmanın ötesinde bir şey olduğunu ifade etmektedir[5].  Ona göre düşman ceza hukukunun “avcıları”, hukuk devletinin yeterince güçlü olduğu ve kendi araçlarıyla hukuka aykırı davranışları bertaraf edebileceği argümanına dayanarak düşmanlarının bu şekilde dışlanmalarını ve kişi olmaktan çıkarılmalarını şiddetle eleştirmektedirler. Düşman ceza hukukunun avcıları düşmanların avcıları olmayı istememektedirler. Buna karşın,  düşman ceza hukukunun kaşifleri bir tarafta yurttaş ceza hukuku diğer tarafta ise düşman ceza hukukunun bulunduğu bir ayrımı da kabul etmemektedirler. Bu suretle, yurttaş ceza hukuku tabiri caizse düşmanlardan arındırılmıştır. Böylece düşman ceza hukukunun kaşifleri isteseler de istemeseler de düşman avcılarına dönüşmek durumundadırlar.

Jakobs’un geliştirdiği düşman ceza hukuku anlayışına karşı eleştirel bir makale kaleme alan Alman Ceza Hukuku Profesörü Frank Salıger, sözü geçen incelemesinde bu anlayışın açık bir şekilde insan onuru ile çatıştığını ve eşitlik ilkesi karşısında Alman anayasasına aykırı olduğunu savunmaktadır[6]. Salıger, sözü geçen makalesinde şu sonuçlara ulaşmaktadır: Jakobs’un düşman ceza hukuku ilk başlarda eleştirici, sonrasında olumlu bir ceza hukuku konseptine doğru bir gelişim göstermiştir. Düşman ceza hukukunun analitik-eleştirici potansiyeli konusunda önemli şüpheler bulunmaktadır. Jakobs’un düşman ceza hukuku teorisinin merkezi unsurlarında özgürlük düşmanı-totaliter eğilimler taşımaktadır. “Düşman ceza hukuku” kavramından vazgeçilmelidir.

Jakobs’un düşman ceza hukuku teorisinin en tehlikeli tarafı nedir? sorusunun cevabını yine bir Alman Ceza Hukukçusu Prof. Dr. Henning Rosenau vermektedir: Bunu açıklamak için tek bir kelime yeter: “G o a n t a n a m o“. Düşman ceza hukuku Guantanamo’yu meşru hale getiriyor. Gerçi bunu Jakobs açık olarak dile getirmiyor, fakat satır aralarında bunu görebilmek mümkün. Jakobs’un on bir eylül olaylarını işaret ederek, kendi tezi bağlamında yaptığı açıklamalarda bu daha da belli oluyor. Eğer devlet ilkelce ve orta çağdan kalan metotlarla gözden çıkardığı kimseleri, yakınlarına haber vermeden, avukatsız ve hiçbir hukuki koruma olmadan, tutuklayıp, gözden kaybediyorsa, bu bağımsız hukuk devletinin kendi savunmasını yapması için ona yapılan ve başına gelecekleri bildiren bir uyarı olarak algılanmalıdır. Aynı şekilde bu uygulamalarla, hukuk devleti askeri kuvvetin tamamen keyfi despotluğu şeklinde algılanır. Jakobs bunlardan başka, bir Alman İçişleri Bakanının konuya ilişkin ilginç düşüncelerine de dayanak olmuştur. Söz konusu olan bu içişleri bakanına göre, muhtemel teröristler, üçüncü şahısların hayat ve vücut bütünlüğüne yönelik herhangi bir doğrudan tehlike olmadan da tasfiye edilebilirlermiş. Zira bunlar normal vatandaş değil, düşman olduklarından, istenmeyen kişiler sıfatıyla gözden ırak bir köşede “etkisiz hale“ getirilebilirlermiş[7].

Prof. Kai Ambos ise,  düşman ceza hukukunun birçok nedenden dolayı reddedileceğinin açık olduğunu belirtmektedir. Ambos’a göre; düşman kavramı belirsiz ve normatif bir şekilde suç isnat etmektedir. Onu tanımlayıcı-eleştirisel çeşitliliğine anlamlı analitik bir fonksiyonun ait olması isteniyorsa dahi, onun açıklanan sınır belirleme problemi nedeninde eksik bir ayrıştırılabilirlik ve -hukuk devletinde tehlikeli veya tamamen totaliter sitemlerde (gizli) bulunan- suiistimal etme tehlikesi kalmaktadır. Bundan başka, onun polemikli ve kutuplaştırıcı içeriği zorunlu eleştirisel-rasyonel tartışmalar açısından her yerdeki ceza hukuku genişlemelerini etkilemektedir. Böyle tartışmalara yer vermek yerine, kavram, çoğu zaman içinde tarafsız gerekçelerde kişiselliğe neden olan ve mantığın yarı yolda kaldığı şiddetli duygusal bir tartışmayı tahrik etmektedir. Düşman kavramı, bundan başka sıkıntı verici bir tarihi süreklilik üzerine ayakta durmaktadır, örneğin iletişim kesildiğinde ve bir insan veya insan grubu dışlandığında veya onlarla savaşılması gerektiğinde, savaş kavramı her zaman kullanılmıştır. İnsan onuruna dayanan bir ceza hukuk sisteminin üyeleri her zaman, insan olmaları kudretiyle, vatandaş statüsüne sahiptirler. Böyle bir ceza hukuku sisteminin ceza hukuku düşman kabul etmez ve herhangi bir insanın sürülmesi orada asla yer bulmaz. Böyle bir ceza hukukunun ceza hukuku bilimi “düşman ceza hukuku kuralları” ile uğraşmaz, bilakis doğmatik araştırmalar ve suç hukukunun ceza politikası vasıtasıyla şekillenmesi ile insan haklarının güvencede olduğu özgürlüğe katkıda  bulunur[8].

Düşman ceza hukuku anlayışına karşı en doyurucu eleştiriyi Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz yapmaktadır. Yukarıda 2.dipnotta alıntı yaptığımız makalesinde Ökçesiz, Alman İnsan Hakları Enstitüsü’nden Hukuk Filozofu Heiner Bielefeldt’in “Hukuk Devletinde İşkence Yasağı” adlı yazısında Jakobs’a sorduğu şu soruları aktarmaktadır: “Devlet kendi düşmanlarının kimler olduğunu hemen nereden ve nasıl biliyor? Olağan suçluların ya da suçsuzların bu düşman ceza hukukunun değirmen taşları arasına yanlışlıkla düşmeleri nasıl engellenecektir? Ne zaman yurttaş ceza hukukunun ve ne zaman düşman ceza hukukunun uygulanacağına kim hangi ölçütlere göre karar verecektir?” Bu haklı soruların arkasından Ökçesiz söz konusu makalesinde “Bu düşman ceza hukukunda düşmanın normal durumda bir kişi olarak taşıyabileceği tüm haklar askıya alınacağı için ‘suçsuzluk karinesi’ de kendisine tanınmayacaktır. Hukuk devletinin böylesine önemli bir temel taşının bu olayda güya haklı olarak çekilip alınması sonunda devletin tüm hukuka ve yurttaşlara karşı terörüne yol açacaktır. Bu devlet terörü tüm hukuk devletini sonunda bir kaosa sürükleyecektir.” sonucuna ulaşmaktadır. Ökçesiz’e göre, düşman ceza hukukundaki bireyleri olası güvenlik tehlikesinin bertaraf edilmesi için gizli bir “düşman” ve “unperson” olarak değerlendirmek daha büyük bir tehlikeye yol açmaktadır. Tehlike, “güvenlik” kavramının içerisinin özgürlüğü yadsıyıcı biçimde doldurulmasından doğmaktadır. “Özgürlük” de o zaman güvenliğin yadsıyıcısı olarak anlaşılmaktadır. Güvenlik sürekli kılınmış eşit ve daha çok özgürlük olarak hayata yansıdığında yurttaşları onursuzca kaygılandıracak bir güvenlik sorununun bulunacağını düşünmek pek kolay görünmemektedir.  İnsanın “kişi”likten çıkarılması, onurunun reddi anlamına gelir. Bir halkın egemenliğinin reddi de onun onurunun reddi demek olacaktır.  Şu halde bir devlet ne yurttaşına karşı kendisi tarafından, ne de halkına karşı başka devletler tarafından böyle bir onursuzlaştırma eylemine izin verebilir. Hukuk felsefesi hocası Prof.Ökçesiz, “Bir düşman ceza hukukunun yasalarla insanı kişi olmaktan çıkararak bir av hayvanına dönüştürmesine izin veremeyiz.” diyerek açık isyanını dile getirmektedir. Çözüm; “Gerçek güvenlik sürekli kılınmış, eşit ve daha çok özgürlüktür. Herkesin birbirini ve devletin hepimizi düşman olarak görmeye hazır donanımlı kılınmaya başladığı küresel terör olgusu karşısında ancak hümanist bir yurttaşlık felsefesi ile bu kaostan korunabiliriz.”  Katılmamak mümkün değil.

Düşman ceza hukuku anlayışı ve buna yönelik eleştirileri bu şekilde özetledikten sonra ülkemizdeki duruma kısaca bir göz atmalıyız. Terörle Mücadele Kanunu ile ceza kanunlarında düşman ceza hukuku anlayışını yansıtan hükümler ile Olağanüstü Hal yönetimi döneminde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerde şüpheli/sanıklara “düşman” gözüyle bakan, bu bağlamda temel haklarında kısıtlamaya giden pek çok hüküm yer almakla birlikte, bu yazının içeriği itibariyle bu mevzuat tartışmalarına, yakın geçmişteki Ergenekon/balyoz ve benzeri davalara girmeden, yine uygulamadan iki önemli somut olayı aktarıp değerlendirmekle yetineceğiz.

Bunlardan birincisi Halkın Demokrasi Partisi (HDP) lideri Sayın Selahattin Demirtaş’ın durumudur. Milletvekili Sayın Demirtaş 04 Kasım 2016’dan beri tutuklu olup,  milletvekilliği dönemindeki söz ve davranışları nedeniyle terörle bağlantılı kılınarak hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılmış, milletvekili dokunulmazlığı kaldırılmış ve tutuklanmıştır. Hakkında açılan davalarda “yüzyüzelik” ilkesi gereği yargılandığı mahkemelerde bizzat hazır bulunarak savunma yapma talebi kabul edilmeyerek, bir yılı aşkın süredir savunma hakkı kısıtlanmıştır.  Hak ihlali nedeniyle yapmış olduğu bireysel başvuru Anayasa Mahkemesince yakın zaman önce reddedilmiştir.  Sayın Selahattin Demirtaş’ın mevcut durumu, tabi tutulduğu yargısal muamele, daha önce benzer durumdaki milletvekilleri için Anayasa Mahkemesinin verdiği aksi yöndeki kararıyla karşılaştırıldığında, düşman ceza hukuku ilkelerinin vatandaş ceza hukuku ilkeleriyle yan yana uygulandığını söylemek yanlış olmaz[9]. Yazar sözü geçen dipnottaki yazısında, düşman ceza hukukunun temel özelliklerinden birinin, zanlının masumiyet karinesinin üstünlüğü ilkesinden yararlandırılmaması olduğunu belirterek, bugün tutukluluk halinin devamı kararını otomatik olarak veren sulh ceza hâkimliklerinin bu düşman ceza hukukunun kilit taşı işlevi gördüğünü vurgulamaktadır.

İkinci örnek olay Nuriye Gülmen/Semih Özakça olayıdır. Öğretim üyesi Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça Kanun Hükmünde Kararname ile kamu görevlerinden atılmışlardır.  Böylece bütün haklardan yoksun bırakılmışlardır. Adı geçenler haksız ve hukuksuz bir muameleye tabi tutulduklarını düşünerek, işe dönmek amacıyla Ankara’da açlık grevine başlamışlardır. Eylemlerine kitlesel destek artınca ve bu durum yönetim tarafından önlenemeyince “terör örgütü üyeliği” ile suçlanarak tutuklanmışlardır. Konuldukları cezaevinde açlık grevlerini sürdürmüşler, yaşamsal tehlike eşiğine gelmişlerdir. Bu durumları gözetilerek son aşamada tahliye edilmişlerdir. Kendilerine yönelik muamelenin tipik bir düşman ceza hukuku uygulaması olduğu değerlendirilebilir. Ünlü ceza hukukçusu Avukat Fikret İlkiz’den temenni içeren bir alıntıyla bitirelim: Sorunlarının çözümü için yaşamlarını açlık grevine yatıran insanların hiç biri “düşman” değildir. Türkiye’nin ceza hukuku sistemi “düşman ceza hukuku” hiç değildir, olmamalıdır[10].

Yargıçlar Sendikası Genel Sekreteri

DR. ENVER KUMBASAR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Jakobs, Günter “Yurttaş Ceza Hukuku ve Düşman Ceza Hukuku”  , 2003,   Çeviren: Cemil Ozansu,  Karşılaştırmalı Güncel Ceza Hukuku Serisi 8, Seçkin Yayınları, Ankara 2008, s.489-505.

[2]  Ökçesiz, Hayrettin, “Düşman Ceza Hukuku Düşüncesinin Eleştirisi”, Karşılaştırmalı Güncel Ceza Hukuku Serisi 8, Seçkin Yayınları, Ankara 2008, s.553-560.

 

[3] İçel, Kayıhan, SunuşKarşılaştırmalı Güncel Ceza Hukuku Serisi 8, Seçkin Yayınları, Ankara 2008, s.5.

[4]Diez, Carlos Gomez Jara, “Düşman Savaşçılar Versus Düşman Ceza Hukuku”,  Çeviren: Serkan Oğuz, Ceza Hukuku Dergisi, Seçkin yayınları, Ankara 2017, Sayı 34, s.184.

 [5] Arnold, Jörg, “Beş Tezde Düşman Ceza Hukukunun Gelişim Süreci”, Çeviren: İlker Tepe, Karşılaştırmalı Güncel Ceza Hukuku Serisi 8, Seçkin Yayınları, Ankara 2008, s.527-550..

 

 

[6]Salıger, Frank, “Düşman Ceza Hukuku”, Çeviren: Serkan Oğuz,  Ceza Hukuku Dergisi, Seçkin Yayınları, Ankara 2017, Sayı 34, s.212-226..

[7]   Rosenau, Henning, “ Jakobs’un Düşman Ceza Hukuku Kavramı Hukukun Düşmanı”, Çeviren:  Erhan Temel. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/1499/16554.pdf  (internet erişim 26 Aralık 2017)

[8] Ambos, Kai, “Düşman Ceza Hukuku”, Çeviren: Serkan Oğuz, www.taa.gov.tr/.../dusman-ceza-hukuku-bWFrYWxlfDk1ZmRjLTU2MWUxLWZjZ.  (internet erişim, 26 Aralık 2017)

[9] İnsel, Ahmet, “Demirtaş kararı ve düşman ceza hukuku”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2017. 

[10] İlkiz, Fikret, “Açlık  Grevleri  Üzerine”, https://bianet.org/bianet/bianet/187324-acik-grevleri-uzerine. (internet erişim: 26 Aralık 2017).